16 Aralık 2016 Cuma

KUMANDANIN AŞIĞI - PAM JENOFF


Peşinen söylüyorum ki bu bir övgü yazısıdır. Muhteşem bir kitabın son sayfasını az önce okumuş bulunmaktayım. Siz hiç bir kitabı hem elinizden bırakamazken, diğer yandan da hiç  bitmesin diye kitabın kapağını kapatıp göğsünüze yaslayarak okumaya ara verdiğiniz oldu mu? İşte bu böyle bir kitap. Başlangıçta bu kadar hoşuma gideceğini düşünmemiştim. Aslında sıkıcı bile bulabilirim diyordum kendi kendime.  Ama hiç de düşündüğüm gibi olmadı. Yani neymiş? Ön yargılı olmamalıymış insan..

Efendim hele ki Piyanist isimli sinema filmini yeni izlemişken bu trajediyi kalbim kaldırmaz diyordum ama hiç de öyle çıkmadı. Bildiğiniz aşk romanı yani. Ama yine de tabi bazı detaylar var ki tüyleriniz diken diken oluyor. Zaten olayın kendisi tüyleri diken diken eden cinsten. Kimse yanlış anlamasın ne Yahudilere sempatim var ne de Almanlara. Sorun şu ki insan olan, insan olana böyle davranamaz. Hemen ilgimi çeken bir başka konu şuydu. Piyanist filmini izledikten sonra çok sinirlenmiştim Yahudilere. Hiç direniş göstermiyorlardı çünkü. Ancak kitapta bayağı bir direniş ve örgütlenme söz konusu. Olayın aslını merak ettim cidden.

Emma genç bir yahudi kızımız. Polonya'da yaşıyor ve yeni evli. Tüm bunların üzerine  bum savaş başlıyor. Alman işgal birlikleri şehre geliyorlar. Kocasının ilk işi direniş güçlerine katılarak karısını terk etmek oluyor. Evet gerçekten öyle karısından ailesinin yanına gitmesini isteyen Jacob direniş güçlerine katılmak için Emma ile vedalaşarak ayrılıyor. Hatta evlilik belgelerini de yakmasını istiyor. Anne ve babasının yanına giden Emma evlerini bomboş buluyor. Yukarıdaki komşulardan onların getto da olduğunu öğreniyor ve kuzu kuzu gettoya giderek kaydını yaptırıyor. Şimdi tam bu kısımda ben diyorum ki ölsem de kendi ayağımla gettoya gitmem arkadaş. Yani tamam çok uzun süre orada kalmıyor ama neticede kalabilirdi. Örgüt yardımcı olmasa eğer toplama kamplarından birine bile gönderilebilirdi. Böyle kuzu kuzu teslim olma kafasını anlayamıyorum. Sanırım biz Türkler biraz çılgınız bu konuda.

Örgütün yani kocasının yardımı ile Emma çok uzun süre getto da yaşamıyor, acilen dışarı çıkarılıyor. Nasıl mı?  Sahte kimlik düzenleyerek, kocası Jacob'un yengesinin evine yerleşmesine yardım ederler. Yenge Hristiyan olan bir kadın olduğundan Naziler ile bir alıp veremediği yoktur tabi. Ünlü bir Yahudi  müzisyenin dul eşi olan Krysia toplumun ileri gelenlerindendir. Ancak bir yandan da direnişe destek vermektedir. Sadece insan olarak olanlara tahammül edemediği için. Kocaman bir köşk gibi olan evinde de çeşitli üst düzey konukları ağırlayarak davetler vermektedir. Anne ve babası ölmüş ve yanına yerleşmiş olan yeğenini de takdim için elbette bir davet vermesi gerekmektedir. Tabi ki Emma artık yoktur. Onun yerinde Anna Lipowski adında Hristiyan Polonya'lı bir kadın tüm konuklara takdim edilir.

Georg Richwalder yani nam-ı diğer "Herr Kumandan"... İri yarı, son derece yakışıklı ve güçlü ayrıca mavi gözlü  bir Nazi subayı. Yeğenini takdim etmek içien bir davet vererek şehrin ileri gelenlerini evinde ağırlayan Krysia'nın akşam yemeğinde tanışır çiftimiz. İlk karşılaşma anında itibaren müthiş bir etkileşim, inanılmaz bir çekim başlar aralarında. Ancak savaş acımasızdır ve kişileri de acımasız hale getirmiştir. 

Aynı akşam Herr Kumandan, Anna'ya bir iş teklifinde bulunur. Kendisinin özel sekreteri olmasını ister. Önce şiddetle teklifi reddeden Anna  Krysia'nın da etkisiyle iş teklifini kabul eder. Tabi ki dehşet verici bir durumdur bu. Düşünsenize bir yahudi  Nazi üssünde görevli. Tanrım bunun sonuçları çok ama çok ağır olabilir. Ama her şeyi göze almıştır Emma.  Sonra olaylar ve yakınlaşmalar giderek artar. 

Daha fazla anlatarak spoilere girmeyeceğim. Bu kadarını zaten kitabın arka kapağında da bulabilirsiniz. Burada mutlaka şunu belirmeliyim ki son derece güzel bir kitap. Öyle vıcık vıcık bir aşk romanı da değil Sadece savaştan da söz ederek canınızı da sıkmıyor. Gerçekten dozunda ve kararında verilmiş tüm duygular kitabın içinde. 

Siz özgürlüğünüz uğruna bir düşmanın koynuna girer misiniz? Girerseniz de bundan zevk alır mısınız? Eğer zevk alıyorsanız ne hissedersiniz? Kocanız dağlarda direnirken siz düşman generalinin sıcak yatağında nasıl rahat uyuyabilirsiniz? Peki ya adamın evinde gizli belgeleri ararken neler hissedersiniz? Ya yakalanırsanız? Neler yapardı o seviştiğiniz adam size?  En kötüsü de bir şeyler hissettiğiniz adam sizin Yahudi olduğunuzu anladığında, ya bir anda  acımasız bir Nazi subayına dönüşürse?

Bütün bu sorular beyninizi kemiriyor. Gerçekten empati kurarak okursanız daha da vurucu hale geliyor. Yazar son derece sade anlaşılır ve akıcı bir dil kullanmış. Sıkmıyor ve bunaltmıyor. Herkese tavsiye ediyorum. Mutlak surette okuyun ve okutun...

Herkese Keyifli Okumalar...


 

3 Aralık 2016 Cumartesi

BURADAYIM - CLELIE AVIT


İlginç olduğunu düşündüğüm ve bu nedenle okuma listemde üst sıralara yerleştirdiğim bir kitaptan söz edeceğiz bugün arkadaşlar. Kitabımızın adı "Buradayım" ve gerçekten orada olduğunu ifade edemeyen bir insanın çaresizliğini hissediyorsunuz.

Komadaki hastalar ile ilgili ne düşünüyorsunuz? Sizce etraflarında olup bitenden haberleri var mı? Duyabiliyorlar mı acaba? Düşünebilirler mi? Durum değerlendirmesi yapabilirler mi? Bu soruların yanıtını hiç düşünmemiştim kitabı okumadan önce. Ama eğer koma gerçekten kitapta işlendiği gibi bir durumsa inanın arkadaşlar tek kelime ile berbat bir şey...

Elsa ailesinin tüm karşı çıkmalarına rağmen dağcılık tutkusundan vazgeçmemiştir. Ve bir gün bir tırmanış esnasında tam da ailesinin korktuğu şey olur ve Elsa bir buzulun tepesinden aşağı düşer. Kurtarılır kurtarılmasına ama bilinci kapalıdır. Vücudundaki kırıklar yaralar şunlar bunlar tedavi edilir ancak Elsa bir türlü uyanmamaktadır. Doktorların da ümidi kalmamıştır artık Elsa'nın uyanacağına dair.

Thibault ise bambaşka bir nedenden ötürü hastanededir. Kardeşi alkollü bir şekilde araba kullandığı için iki lise öğrencisinin ölümüne neden olmuş ve kendisini de hastanelik eden bir kaza geçirmiştir. Thibault annesini ilk başlarda her gün sonra haftada birkaç gün hastaneye getirmekle yükümlüdür. Kendisi bu süreçte kardeşinin odasına bile girmemiştir. Annesinin tüm ısrarlarına karşın kardeşini bir türlü affedememektedir. Böyle sorumsuz bir davranış sergileyen kişi onun kardeşi olamaz kafasını yaşamaktadır. Şimdi değerli arkadaşlar şunu belirtmekte fayda var, kitap boyunca Thibault armut suyu içti. Evet yanlış okumadınız alkol ile ilgili ciddi takıntılı bir reddediş yaşıyor bence. Kardeşini de sırf bu yüzden hastalıklı bir şekilde reddediyor bence. 

Bir gün yine bu hastane ziyaretleri sırasında yanlışlıkla Elsa'nın odasına girer Thibault. Önce anlayamaz durumu ve hasta uyanmadan çıkmalıyım diye düşünürken. Elsa'dan etkilenir ve dosyasına bir göz atmaya karar verir. Ve gördükleri karşısında şoka girer. Elsa haftalardır hatta aylardır uyumaktadır. Sonra orada uyur kalır. Evet yanlış okumadınız hastanın odasında uyuyakalır ve Elsa'nın arkadaşları tarafından yakalanır. Bayağı ilginç diyaloglar var bu aşamalada. Tabi bir yandan Elsa'nın bakış açısı ile anlatılıyor olaylar. Anlatıcı bir bölüm Elsa diğer bölüm Thibault olarak planlanmış yazar tarafından.

Sonrasında ise bu bir ritüel halini alır bu ziyaretler ve Thibault için sürekli ziyaretler başlar. Hatta Elsa'yı yatağın yanına kaydırıp yanında uyumalar falan yani o derece. Bu kısım biraz rahatsız etti beni çünkü etik değil. Hiçbir şekilde seçme şansı olmayan, tercih hakkı olmayan, istemiyorum diyemeyecek,  komadaki bir hastanın ne hakla yanında yatılabilir mi? Hatta dokunulabilir mi her isteyen? Daha da ileri gidip öpülebilir mi? Yani hastane yönetiminin buna izin vermemesi gerekmez miydi? Biraz  bu etik değerleri, insan haklarını falan sorgulamama da neden oldu kitap açıkçası.

Efendim kitabın sonuna gelecek olursak biraz sanki okurun hayalgücüne bırakılmış diyebilirim. En azından ben öyle algıladım. Yani net davranmamış yazar çok yuvarlamış ve ucunu açık bırakmış. Finaller içinde en sevdiğim şekil diyemem bunun için. Ben netlikten yana olan bir okurum. Hikaye genel olarak bana Mark Levy'nin 'Keşke Gerçek Olsa' adlı kitabını hatırlattığından olsa gerek, yazar bu kitaptan biraz ilham almış gibi geldi bana. Uzun sözün kısası ilginç bir kitaptı. İlginç insan davranış şekillerine örnekler de vardı. Meraklısına tavsiye ederim. Merakla okuyorsunuz ve değişik bir zaman geçiriyorsunuz.

Herkese Keyifli Okumalar...

28 Kasım 2016 Pazartesi

Arçelik Geri Dönüşümü Sanat ile Buluşturuyor!


“Dünyaya Saygılı, Dünyada Saygın” vizyonuna sahip Arçelik geri dönüşüm  konusunda farkındalık sağlamak amacıyla geçtiğimiz günlerde çok özel bir sergiyi hayata geçirdi ve geri dönüşümü sanat ile buluşturdu. Bu sergi ile Arçelik’in geri dönüşüm tesislerinden elde edilen malzemeler Türkiye’nin önde gelen sanatçıları ve tasarımcıları tarafından fonksiyonel sanat eserlerine dönüştürüldü.  Arçelik, bu proje ile geri dönüşüm konusunda farkındalık sağlarken, aynı zamanda tasarım konusundaki uzmanlığına da dikkat çekmiş oldu.

Bir boomads advertorial içeriğidir.

17 Kasım 2016 Perşembe

SÜRGÜN ÇOCUKLAR - MARGARET PETERSON HADDIX

Bugün ilginç bir kitapla sizlerle birlikteyim. "Sürgün Çocuklar" konusu son derece değişik bir kitap. Açıkçası sonuna kadar da neler olduğu konusunda düşündürdü. Kapak tasarımına hayran olduğumu belirtmeliyim. Hatta kitabı okuma listemde üst sıralara almama sebep kapak tasarımıdır diyebilirim. Ancak kapaktaki bu detayın kitap içerisinde böyle çarpıcı bir şekilde önüme çıkacağını hiç düşünmemiştim.

Kahramanlarımız Rosi ve Bobo kardeşler. Şunu belirtmeden geçmeyeceğim Bobo ismi bana ayıyı çağrıştırdı. Kitap boyunca çocuğu beynim bana ayı olarak çevirdi ki bu aslında bazen eğlenceli bazen üzücüydü. Yani karakterlerin isimleri bence çok önemli Boby olsaydı böyle olmayacaktı mesela. 

Rosi 12 yaşına, Bobo ise yalnızca 5 yaşında. Her ikisi de doğduklarından beri Fredkent'te Fred anne! ve Fred babalarıyla yaşıyorlar. Çünkü güvenlikleri nedeniyle ailelerinden alınmışlar. 12 yıldır doğan her bebek ailelerinden alınarak buraya getirilmiş ve Fred'ler tarafından büyütülmüşler. Fredler son derece barışçıl, kibar ve naziktirler. Çocukları da aynı nezaket ve itina ile büyütmüşlerdir. Şimdi şunu da düşünüyorsunuz: "Bu kadar nazik bir topluluk bir anne babayı çocuklarından ayırırı mı? Buna nasıl razı olur?" dedim ya gerçekten konu son derece enteresan. Ama şimdi herşey değişmiştir. Protokoller yapılmış ve tüm çocuklar ailelerine geri iade edileceklerdir. Çocuklar iade edilmek istiyorlar mı? Anne ve babalarına bir özlem duyuyorlar mı? Hayır... Hiçbir çocuk Fredkent'ten ve Fred anne-babalarından ayrılmak istemiyorlardır. 

Şimdi şöyle bir düşünce geçiyor önce kafanızdan: "Bir anne baba naısl olur da kendi öz evladı için tehilike arz ederbilir?" Böyle bir şey mümkün mü? Çocuklar döndükten sonra içinizdeki şüphe daha da büyüyor. Son derece çelişkili ve tuhaf davranan anne babalar var ortalıkta. Rosi ve Bobo için de öyle . Anne ve baba onlara son derece ilginç bir tutum sergilemektedirler. Bobo'ya olanca sevgi ve hoşgörü ile yaklaşırlarken Rosi'ye düşman muamelesi yapmaktadırlar. Neden? 

Bir insanın yaşaması veya ölmesinin nedeni göz rengine bağlı olabilir mi? Kahverengi gözlüysen sorun yok ama yeşil gözlüysen ölmelisin gibi bir mantık olabilir mi? Zaman zaman dehşete düşüyorsunuz okurken. O zavallı çocukların yalnızlığı ve umutsuzluğu içinize dokunacak.

Tüm bunların nedenini ve kimlerin sorumlu olduğunu kitabın sonunda göreceksiniz. Burada spoilere girmeyeceğim. Hani böyle bazen beynimizi boşaltmaki isteriz ya.  Kafanızı dağıtmak için okunabilecek bir kitap. Limonlu parfe gibi hafif bir kitap diyebiliriz.

Herkese Keyifli Okumalar...



 

3 Kasım 2016 Perşembe

YÖRÜNGE - TESS GERRITSEN


Bugün size muhteşem bir Tess Gerritsen baş yapıtını tanıtmaya çalışacağım. Şöyle ki hemen belirtmek istiyorum eğer Sürü adlı kitabı okumamış olsaydım çok daha fazla etkilenirdim. Ancak öncesinde burada ele alınan  musibeti biraz farklı da olsa zaten Sürü'de çok çok bilimsel ve detaylı olarak  okuduğum için "Allah allah acaba kim kimden esinlendi?" diye düşünmekten kendimi alamadım. Tabi burada biraz daha değiştirmiş yazar ve tıbbi bir boyut kazandırmış olaya. Kendince orjinalitesi var yani şimdi hakkını yemeyelim.

Baş karakterimiz Emma Watson.. Bir tıp doktoru kendisi ve bir astronot. Evet yanlış okumadınız bayağı bildiğiniz Nasa'da görevli sürekli similasyonlara katılarak eğitim alan ve uzay istasyonunda göreve hazırlanan bir astronot. Boşanmak üzere olduğu eşi ise Jack McCallum. Jack tıp doktoru ve astronotmuş öncesinde. Uçuş ekibinde görevliymiş Emma gibi. Yani böbrek taşı oluşmadan önce. Böyle bir sağlık sorunu yaşadığı için bir daha asla uzaya gönderilmeyeceğini bildiğinden NASA'dan uzaklaşmış ve bir hastanenin acil servisinde çalışmaya başlamış. Emma'nın başarısını daha doğrusu uzaya gidişini izlemek onu hem gururlandırıyor bir yandan da çok üzüyor. Kendisini başarısız hissetmesine neden oluyor. Birbirlerini aslında çok seven bu çifti ayrılma noktasına getiren de sanırım biraz bu durum oluyor.

Emma kendi ekibi ile yaklaşık birkaç ay sonra yapılacak bir uçuş için sürekli similasyon eğitimi almaktadır. Ancak yukarıdaki istasyonda görevli astronotlardan birinin karısı araba kazası geçirip komaya girince işler değişir. Emma'yı ilk yukarı çıkacak ekip ile bu astronotun yerine istasyona göndereceklerdir. Eğitim anlamında göreve hazırdır Emma. Ancak  bile bile yukarıya bir ölüm tuzağı gönderen hükümet yetkilileri ve yukarıdaki eşi ölüm döşeğindeki astronotun psikolojisi ile yaptığı bir hatanın nelere sebep olacağına dair hiçbir fikri yoktur.

"Archaeon" normalde derin denizde yaşayan kimseye zararı olmayan bir çeşit tek hücreli canlı. Söylendiğine göre dünyanın varoluşundan bu yana hayatta kalan bir yaşam formu. Ve her türlü felakete rağmen kalacak olan bir yaşam formu. Peki ya onun hücre yapısı ile oynanırsa. Bulaştığı her canlının DNA'sını kopyalayan bir katil haline gelirse. Üstelik bu uzay istasyonunda yer çekimsiz ortamda, sınırlı tıbbi teçhizat ile tek bir doktorun nezaretinde olursa. Kendinizi o doktorun yerine sadece bir an koyun ve düşünün. Tüylerim diken diken oluyor cidden. Kitabı okurken bir çok yerde irkileceksiniz. Heyecanlanacak ve kitabı elinizden asla bırakmayacaksınız.

İşte size net bir soru daha. Sevdiğinizi kişi uğruna neleri feda edersiniz? Öyle laf olsun diye değil ama cidden. Sevdiğiniz kişi uzayda tek başına mahsur kalsa, üstelik yaşayıp yaşamadığından emin olmasanız bile... Hastalık kaptığını biliyorsunuz ve iyileşme ihtimali belki %10 onunla birlikte ölmeye gider misiniz? Hükümetten gizli tek başınıza ufacık  bir mekik ile geri dönüşü olmayacağına emin olduğunuz bir yolculuğa çıkar mıydınız? Ben çok düşündüm ve cevap veremiyorum bu soruya.

Ve yine Beyaz Saray, yine entrika, yine feda edilen insanlar. Yani bu kadar iğrenç olmak zorunda mısınz beyler? Kitaplara ve filmlere bile bu kadar iğrenç yansıtılıyorsunuz ki,  gerçekte neler yaptığınızı düşünmek  bile istemiyorum.

Şunu belirtmeden geçmek istemiyorum ki özellikle kitabın sonlarında komutan Griggs kafayı yedikten sonra dehşet içinde okudum. Kendimi kısa anlarla Emma'nın yerine koyduğumda gerçekten korktum yahu şaka falan değil. Kelimenin tam anlamıyla korkunçtu. Kendini koruyabilmek için yapabileceği hiçbir şey yoktu.

Uzun lafın kısası güzel ve muhteşem bir kitaptı. Gerçekten emek verilmiş ve araştırılmadan yazılması mümkün olmayan bir kitap. Yazar da zaten çok kişiye teşekkür etmiş ancak ben de kendisine teşekkür ediyorum. Bu kadar zahmete girerek böyle güzel bir kitabı bizlere armağan ettiği için. Kesinlikle tavsiye ediyorum. Son derece heyecan verici ve sürükleyici bir kitap. Adeta uzaya yolculuk ettim diyebilirim ki bu benim için güzel bir deneyimdi.

Herkese Keyifli Okumalar...

23 Ekim 2016 Pazar

AMERİKA - FRANZ KAFKA


Merhabalar bugün size bahsedeceğim roman modern klasiklerden biri ve Franz Kafka'nın kaleminden çıkan Amerika. Bu kitabı görür görmez okumak istedim bunun sebebi hem şahane basılan kitap ve gayet çekici olan kapak hem de artık tarz olarak biraz daha ciddi, biraz daha edebi ağırlığı olan şeyler okumak istememdi.

Kafka'nın evvelden Dönüşüm adlı kitabını okumuştum. Doğrusunu söylemek gerekirse sevmemiştim. Tabii belirtmem gerek bu eserin kötü olmasından değil. Birinci nedeni böcek fobimi tırmandıran ve beni okurken adeta kaşındıran böcek betimlemelerine sahip olması. İkinci olarak da mutsuz, olumsuz, karamsar şeyler okumayı çok çekici bulmamam.

Bu yüzden yazarla barışabilmek için Amerika'nın çok uygun bir eser olduğunu düşünmüştüm ve kitabı elime alıp okumaya başladığımda da yanılmadığımı anladım. İlk bir kaç sayfa sonrasında kitap beni tamamen ele geçirdi ve her yerde okumaya başladığımı fark ettim. Bu açıdan gayet sürükleyici bir anlatımı olduğunu söylemek yanlış olmaz.

Kitap tam bir kapitalizm ve amerika eleştirisi. Oklarını acımadan savuruyor. Kabaca söylemek gerekirse kitabın ilk yarısında zenginliği ve ihtişamı asıl karakterimizle birlikte deneyimlerken ikinci yarısında çaresizliği ve sefaleti deneyimliyoruz. Düşüş o kadar ani ve çarpıcı oluyor ki inanın okurken resmen moralim bozuldu.

Esas karakterimizin bir hiç olarak geldiği ülkede zengin bir senatör olması "amerikan rüyası" ideasına vurgu yaparken öte yanda bir kaç dolar için her türlü işe karışabilecek ve sefalet içinde yaşayan binlerce kişi bu amerikan rüyasının adeta yüzüne tükürüyor.

Kitabı okumayı düşünenlere kesinlikle tavsiye ederim. Yalnız almadan evvel şunu bilmeniz gerekiyor ki kitabın yazılmış bir sonu yok. Ne yazık ki yarım kalmış bir eser. Bu sebeple alırken sonunda ne olacak merakıyla alabileceğiniz bir kitap değil bu. Daha çok okuduğunuz kadarının size bir şeyler katacağı hafızanızda yer edecek bir roman.

Herkese Keyifli Okumalar...

7 Ekim 2016 Cuma

RICK GRIMES / EFSANE TV KARATERLERİ #5


Merhabalar bugün efsane tv karakterleri serimize yeni bir isim daha ekleyeceğiz. Rick Grimes!
Daha evvel Gregoy House, Klaus Mikaelson, Damon Salvatore ve Dean Winchester gibi karakterleri anlatmıştım. Üzerilerine tıklayarak onları da okuyabilirsiniz. Bu sefer ki konuğumuz başlı başına bir efsane olan The Walking Dead'in ana karakteri, mihenk taşı.

İzlediğim bütün dizilerin bittiği ve yeni bir dizi arayışında olduğum oldukça sıkıntılı bir dönem yaşıyordum. The Walking Dead'in daha önce övüldüğünü bir çok kereler duymuştum ve bu diziye bir şans vermek istedim. Henüz ilk bölüm biter bitmez ne kadar da doğru bir karar verdiğimi fark ettim ve tek kelimeyle dizinin müptelası oldum. Eğer Resident Evil filmlerinden birini izleyip sevdiyseniz, eğer I am Legend filminden hoşlandıysanız, Brad Pitt'in World War Z filminin devamı bir an önce gelsin diye dua ediyorsanız The Walking Dead hiç şüphesiz dualarınızın cevabı olacaktır.

Şimdi dizinin ününden bahsettiğimiz yeter biraz da esas adamımız Rick Grimes'tan bahsedelim. Dünyada her şey olması gerektiği gibi giderken Rick Atlanta yakınlarındaki bir kasabada şeriftir. Bir gün rastgele bir polis işi sırasında vurulur ve aylar süren bir komaya girer. Bu sırada Rick komadayken bildiğimiz dünya paramparça olmaktadır. Rick uyandığında artık tamamen yabancı bir dünyadadır ve sahip olduğuna inandığı her şeyi kaybetmiştir. Ailesinden kimseyi yanında görememesi bile bir şeylerin ters gittiğini anlamasına yetmiştir. Başındaki çiçeklerin solmuş olmasından haftalardır onu kimsenin ziyarete gelmediğini anlar.

Yoğun bakımda tek başına uyanan Rick resmen sudan çıkmış balığa döner. Odasından çıktığı anda bütün hastanenin kanlarla kaplı ve terk edilmiş olduğunu görür. Her ne kadar korksa da Rick'i iyi bir şerif yapan özellikleri devreye girer ve Rick soğukkanlılığını korur. Hastane binasından çıktığında bütün bahçenin sayısız cesetle ve ceset torbasıyla dolu olduğunu görür. Hiçbir şeyden haberi olmayan biri olarak ailesini bulmak için tesadüfen bulduğu bir bisiklete atlar ve eve doğru yola koyulur. Ev dediği yerin terk edilmiş olduğunu bilmeden yıkık sokaklar arasında ilerlerken bir zombiyle karşılaşmaması büyük bir şanstır. Evine ulaştığında ailesini bulamaz ama onların hayatta olduğuna inanmak zorundadır.

Sonrasında altı sezondur ismen ve cismen hayatında kalacak Morgan'la karşılaşır. Morgan ona olup biten her şeyi özetler ve hayatta kalması için gereken bilgileri verir. Morgan karakterini diziye tekrar sokmak için altı sezon beklemeleri her ne kadar can sıkıcı olsa da aslında Morgan'ı bulduklarında hali pek parlak değildir. Tabii bu başka bir hikaye olduğu için ve spoiler vermek istemediğim için susuyorum. Buradan sonrası Rick'in ailesini bulmak için delicesine çabalamasından ibaret.Aslına bakarsanız bu bir türk dizisi olmadığı için her şey beklediğimin tamamen aksi yönünde gelişmişti. Rick karısına sonsuz bir aşkla, oğlunaysa sonsuz bir sevgiyle bağlı. Bunu yaşayanlar, ölüler veya zombiler değiştiremez.

Her ne kadar diziye olan övgülerimi Rick'in şahsında toplasamda dizi konusu ve karakterleriyle başlı başına bir efsane. Bu altı sezon boyunca izlediğimiz şey sadece zombiler ve Rick'in kahramanlıkları değildi. Bu hayatta kalma savaşını iliklerinize kadar hissettiğiniz yasasız, polissiz, düzensiz bir dünya. Bu sebeple yapılabilecekler ve yapılamayacaklar artık çok belirsiz hayatta kalmak için neredeyse her şey mübah. Bu ortamda insanlığını koruyabilme bile başlı başına bir irade savaşı.

Karakter olarak Rick'in yanında Daryl de efsane bir karakter. Tatar yayıyla ilk sezondan beri büyük işler başaran bir anti-kahraman. Normal dünyada Daryl selam vereceğiniz bir kimse bile değil ama orman kanunları işin içine girdiğinde güvenebileceğiniz belki de tek silah arkadaşı. Karakter değişimleri ve gelişimleri içinde belki de en enteresan olan hikaye Carol'ın hikayesidir. Carol kocasının baskısı ve şiddeti altında ezilmiş bir zavallıdan korkulacak birine dönüşmesinin hikayesi bile başlı başına izlemeye değer.

Bu yazıda Shane ismini geçirmezsem içim rahat etmeyecek ama ne söyleyeceğimi bilemiyorum. Shane ve Rick'in hikayesi mükemmel bir dostluktu. Yaşanan olaylar, Lori ve diğer şeyleri düşününce Shane'in başına gelenleri hak ettiği çok aşikar ama yine de bu olayın Rick'in hayatında ve karaterinde yarattığı etki inanılmaz. Habil ve Kabil gibi hayatta kalanın her zaman suçlu olduğu bir hikaye bu. Etik algılarımızla baktığımızda Rick'in haklı olduğuna kendimizi inandırsak da Rick için yapmak zorunda kaldığı şey daimi bir vicdan azabı.

Bu altı sezon boyunca Rick ailesini buldu, korudu ve bir adamın yapması gereken her şeyi yaptı. Hayal edebileceğiniz daha iyi bir aile babası ya da daha iyi bir hayatta kalma ustası bulamazsınız. Stratejik zekası, bilgisi, cesareti ve gerektiğinde zor kararların sorumluluğunu gözünü kırpmadan alabilmesi Rick'i hayran olunacak biri yapıyor.

Yine de Rick'i efsanevi kılan şey çok güçlü, çok zeki ve katıksız bir lider olması değil. Rick'i efsanevi yapan ne olursa olsun her koşulda doğru olanı seçmesi. Zaten bir insanda bulunabilecek en değerli özellik budur. Rick herkesin hayal ettiği o her daim güvenilecek kişi, o varken bana bir şey olmaz dedirtecek güçlü bir kalkandır. Rick için insanlar ailesi olanlar ve ailesi olmayanlar olarak ikiye ayrılır. Ailesi kan bağıyla oluşmasa da onlar için dünyanın geri kalanını yok etmekten çekinmez.

Zombi saldırısı olsun veya olmasın Rick hepimiz için bir kahraman. Oğlunu, karısını ve sevdiklerini korumak için her seferinde canını ortaya koyması, gözü karalığı, iyi kalbi ve gerektiğinde gösterebildiği eşsiz zalimliğiyle Rick Grimes kıyamet sonrası dünyasında gerçek bir idol. Diziyi izlemeyen herkese şiddetle tavsiye ediyor hali hazırda izleyenlereyse sevgilerimi gönderiyorum...

   Herkese Keyifli Seyirler...


5 Ekim 2016 Çarşamba

SARAİ - J. A. REDMERSKI


Bugün sizlere "Sarai" adlı kitaptan söz edeceğim. Öncelikle söylemeliyim ki son derece akıcı ve yazım dili kolay anlaşılır. Bu sebep ile çok hızlı bir şekilde okudum ve bitirdim. Güzeldi diyebilirim. En azından iyi vakit geçirtti. Kitapta eksikliğini duyduğum tek şey duygu yoğunluğuydu. Bu kadar yüzeysel mi olunur?

Sarai henüz 14 yaşındayken Meksikalı bir uyuşturucu baronunun yanında yaşamaya annesi tarafından zorlanmıştır. Bir çiftlik evinde rehin hayatı yaşamaktadır. Şimdi tam da bu noktada nasıl anneler var? Nerede bu devlet falan diyesim geliyor. Aynı çiftlik evinde başka kızlar da rehin olarak tutulmaktadırlar. Muhtemel mafya olayları çerçevesinde insanlara istediklerini yaptırmak için kızlarını rehin alıyorlar. Çok detaya girilmemiş. Ama bu evde rehinelere her türlü şiddet, hakaret ve aşağılama yapılabiliyor. Özellikle de baronun kız kardeşi İzel tarafından. Ancak Sarai'nin diğer kızlardan bir farkı ve dokunulmazlığı var çünkü baronun gözdesi. Meksika'nın ücra köşesindeki çiftlikten kaçma şansı sıfırın altında. Ama umudunu hiç yitirmiyor. Her defasında bir şekilde nasıl kaçarım diye kafa yoruyor.

Günlerden bir gün bir Amerikalı eve geliyor ve işte bingo. Sarai'nin tam aradığı fırsat da diyebiliriz. Lydya ise Sarai'nin en yakın arkadaşı. Olan biteni kapı aralığından izliyorlar. Yabancı gözünü kırpmadan baronun adamlarından birini çat diye vurup indiriyor. Çok tehlikeli bir adam olduğu her halinden belli yani. Lydya Sarai'nin birlikte kaçma teklifini red ediyor ve orada kalıyor. Sarai ise çiftlikteki tüm adamları bir şekilde atlatarak yabancının arabasına biniyor.

Kitap tam da bu noktadan başlıyor zaten. Yabancı arabaya bindiği andan itibaren Sarai'nin varlığını farkediyor. Asi kızımız azılı kiralık katile beceriksizce silah falan doğrultarak hareket etmeye zorluyor. Bu kısımlarda bayağı bir eğlendim diyebilirim. Çünkü evet Victor azılı ve acımasız bir kiralık katil. Birlik için çalışıyor. Dokuz yaşında devşirilmiş ve özel eğitimlerden geçerek bu hale gelmiş. Sen kimsin de bu adama silah zoruyla bir şey yaptırabileceğini düşünüyorsun? 

Bir şekilde Vicor kıza yardım etmeye karar veriyor. Aslında tabi ki ilk amacı kıza yardım değil, kızı kullanmak. Yolda birkaç yerde baronun adamları tarafından kıstırılıyorlar. Fakat şunu söylemeden geçemeyeceğim Sarai ağır bir salak.  Bin kere tembih etse de Victor'un söylediklerini yapmıyor kız.

Kitapta çoğu bölüm Sarai'nin ağzından yazılmış. Victor'un anlattığı bölümleri çok az buldum. Keşke sırayla anlatsalardı daha makbule geçerdi. Sarai'de zaten yıllardır tutsak kaldığı dönemden oluşan psikolojik bir bozukluk mevcut. Bence kitaptaki en büyük eksiklik duygu yoksunluğu idi. Hissedemedim arkadaşlar. İki insan arasındaki duyguyu, sevgiyi, aşkı yani yaşadıkları her ne ise hissedemedim. Hissettiğim tek gerçek duygu aslında Niklas'ın kardeşini koruma dürtüsüydü. Evet Niklas ve Victor kardeşler ve ikisi de birlik için çalışıyorlar. Sarai Victor'un tüm prensiplerini alt üst etmesine neden oluyor. Niklas durumun farkında ve engel olmaya kendince çalışıyor. 

Kızımız onca yıl süren tutsaklıktan sonra ne yapacağını bilemez halde. Kelimenin tam manasıyla şaşırmış. Para kısmı Victor tarafından çözülse de ne yapacağını bilmiyor. Bu nedenle sanırım kiralık katil olmak istiyor. Tabi ki Victor buna çok sıcak bakmıyor ama ne olup bittiğini biraz anlaması için onu bir göreve kendisi ile birlikte katılması için davet ediyor. Evet sadece istersen gelebilirsin diyor. Ama ölüm riski var diye uyarıyor. Sarai evet diyor. Görevde çok şeyler yaşanıyor ve ikisi inanılmaz yakınlaşıyorlar. Bu kısmı okuması keyifliydi.

Finalde Victor çok ama çok tatlıydı. Sarai'ye sunabileceği her şeyi sunuyor ve mutlu olmasını istiyor. Ancak kızımız yine söz dinlemeyecek gibi. Yazar ikinci kitabın sinyallerini vermiş ve zaten seri olacağını bildiğimiz için hiç de şaşırmıyoruz. Enteresan bir kitap, değişik bir şeyler okumak isteyenlere öneririm. 

Herkese Keyifli Okumalar...

4 Ekim 2016 Salı

ÖLÜM ADASI - JOHN DIXON


Bugün sizlere benim için biraz da ilginç bir deneyim olan kitaptan söz etmek istiyorum. Normal şartlarda çok fazla şiddet içeren yayınları tercih etmem. Fakat bu kitap bir istisna oldu. Kapak tasarımı ve basımı zaten her zaman ki gibi mükemmeldi. Ee o zaman içerikten bahsedelim?

Efendim kitabımızın ismi "ÖLÜM ADASI". Kitabın yazarı John Dixon bir ortaokul öğretmeni, gençlik hizmetleri görevlisi ve aynı zamanda hapishane eğitmeniymiş. Eski bir boksör olduğunu da düşündüğümüzde kitabın içeriğiyle, mesleki olarak da  son derece örtüştüğünü zaten görebiliyoruz. Yani mesleki tecrübeleri ile hayalgücünü biraz harmanlamış gibi geldi bana. Yazım dili sade ve kolay anlaşılır.  Kitabın adından da anlaşılacağı gibi  suça bulaşmış kimsesiz yetimleri  bir adaya gönderiyorlar ve ıslah edilme bahanesi ile olmadık şeyler yaşatıyorlar. Türü konusunda biraz kararsız kaldım açıkçası. Bence macera ve bilimkurgu denilebilir. 

Carl Freeman kendini Robin Hood zanneden,  masumların koruyucusu olduğunu düşünen ve aynı zamanda boks şampiyonu, 16 yaşında bir çocuktur. Şimdi böyle söyleyince kulağa hoş geliyor olabilir ama neticede bu kadar şiddet eğilimli olması, öfke kontrol sorunu olması da gerçekten çok kötü. Anne ve babasını kaybettikten sonra koruyucu ailelerin yanında yaşamını sürdüren Carl sürekli başını belaya sokmaktadır. Öyle ki sırf küçük bir çocuk ile dalga geçtiler diye bir grup diğer  çocuğu döverek (ciddi bir dayaktan söz ediyorum çenelerinin kırılması falan) hakimin karşısına çıkması ile başlıyor kitap. Mahkeme sonucunda  Carl hakkında Feniks Adası'na gitme ve 18 yaşına kadar orada kalma cezası veriliyor. 

Bundan sonrası ise bir grup çocuğun adaya nakli ve sonrasında yaşananlar ile ilgili. Adada internet, telefon vs. gibi iletişim araçları yok bu arada. Görüş günü falan da yok. Dış dünya ile hiçbir bağ kurulmasına izin de yok. Getirilen  çocuk grubunun içinde her tür var. Yani katil, hırsız, çete mensubu, hatta çetenin tamamı ancak tek ortak özellikleri yetim olmaları. Zaten bu noktadan sonra adada tüm çavuşlar onlara "yetimler" diye hitap ediyor.  "Çavuşlar" kelimesinden de anlaşılacağı üzere adada tam bir askeri düzen ve disiplin hakim. Aslında buralar biraz klasik olmuş da denilebilir. Hani hep askeri hapishanelerde mahkumlara kötü ve katı davranırlar ya. Yok elli şnav çek, yok yüz mekik çek, on tur koş vs. gibi.  Aslında üzüldüğüm tek nokta çocuk yani Carl gerçekten adam olacağını falan düşünerek geldi o adaya. Yani geleceğini kurtaracağına, adanın ona iyi geleceğine olan inancı içimi acıttı.

Spoilere girmek istemediğim için biraz zorlanıyorum açıkçası. Ancak adada bir de kızlar grubu var. Ve tabi ki bu kızlardan birine yani Octavia'ya abayı yakan Carl bu kız için neleri feda edebilir? Hep birlikte öğreniyoruz. 

Şunu belirtmek isterim ki hiç ara vermeden okudum. Yani bir buçuk günde falan bitirdim kitabı. Kesinlikle akıcı ve durağanlaşma yok, hikayenin temposu hiç düşmüyor. Kolay çok kolay okuyabileceğiniz bir kitap.  Sadece içinde yer alan boks terimleri biraz fazla geldi bana. Yazarın eski boksör olmasına bağlıyorum bu durumu. Bazı bölümleri okurken tüylerim gerçekten diken diken oldu. Özellikle genç ve erişkin erkek okurlar için son derece tavsiye ederim. Hiç düşmeyen tempoda bir aksiyon ve macera başlıyor. Carl ile kendinizi özdeşleştiriyorsunuz. Yani ben bile kadın kadın okurken bayağı kaptırmışım kendimi. Şunu belirtmeliyim ki asla Octavia ile özdeşleşme yaşamadım okurken kendi içimde. 

Kitabımızın sonu biraz ters köşe yapıyor. Benim biraz içim burkuldu ama doğru olan son buydu. Böylesi gelişmeler yaşandıktan sonra farklı bitmesi zaten düşünülemezdi. Ayrıca bir kapı da açık bırakılmış bence. Yazar ikinci kitabı yazarak bir seri oluşturma fikrinde olabilir gibi geldi bana. 

Değişik bir deneyim yaşamak isteyen kadın okurlar ve yukarıda da belirttiğim gibi özellikle erkek okurlar için son derece tavsiye ediyorum. Özellikle okuma alışkanlığı edinememiş genç erkeklerin ilgilerini çekerek okumaya teşvik edecek bir yazın olduğunu söylemeden geçemeyeceğim. Eğer 17-18 yaşlarında okumayı sevmeyen bir oğlunuz, yeğeniniz vs. varsa düşünmeden hediye etmeniz gereken bir kitap.

Herkese Keyifli Okumalar...

20 Eylül 2016 Salı

BAŞMELEĞİN GÖZDESİ - NALINI SINGH


Bir kurban bayramını ve dahi uzun upuzun bir tatil sürecini daha geride bıraktığımız şu günlerde henüz okumayı bitirdiğim  bir kitaptan söz edeceğim bugün sizlere. "Başmeleğin Gözdesi" isimli kitabımız Lonca Avcısı serisinin üçüncü kitabı olarak yayınlandı.

Her zaman ki gibi yine kitabın kapak tasarımı ve baskısı şahaneydi. Gerçekten söyleyecek söz bulamıyorum, insan okumaya kıyamıyor yahu. İçeriğine gelince ilk iki kitaba oranla biraz daha yavan bulduğumu belirtmeliyim. Sanki biraz uzatma çabasına girmiş yazar kendince gibi geldi. Tam bir ara kitap denilebilir. Neden mi? Çünkü hiçbir konu neticelenmiyor ve nihayete erdirilmiyor efendim. Kitabın son sayfasında öylece eliniz böğrünüzde kalıyorsunuz.

NewYork'a geri dönen ve kulelerinde mutlu mesut yaşayan aşık çiftimiz yani başmelek Raphael ve gözdesi Elena birdenbire yaşanan olaylar karşısında şaşkına dönerler. Öncelikle dünya çapında iklimler değişmiş ve büyük doğal felaketler eşzamanlı olarak meydana gelmektedir. Ayrıca da vampirler de çıldırmış ve insanları katletmektedir. 

İlk vaka bir okulda gerçekleşmiştir. Öğrencilerden ikisi vahşice vampir tarafından katledilmişler ve tabi ki şehrin başmeleği olaylara el koymak için gelmiştir. Lonca avcısı Elena'da eşiyle birlikte olay yerinde vampirin izini sürmek için bulunmaktadır. Ancak bir detay vardır ki söz konusu okul Elena'nın üvey kızkardeşinin okuludur. Kız kardeşleri korkulu gözlerle Elena'ya bakmaktadırlar. Ancak bu korkunun bir başka sebebi daha olduğu sonrasında ortaya çıkacaktır.

Bu kitapta biraz daha Elena'nın ailesini tanıyoruz sanırım. Babasının tutumunun nedenleri, üvey annesi Gwen'in tavrı ve küçük kız kardeşlerinin Elena'ya bakış açıları daha net hale geliyor. Ve tabi öz kardeşi (kocası vampir olan) Beth'in Elena'dan istediği şeyi verebilecekler mi? Şunu belirtmek gerekir ki Elena her şeye rağmen ailesi için elinden gelenin en iyisini yapıyor.

Bütün bu olayların müsebbibi uyanıyor olan kadim bir başmelek. Ama kim? Kitabın kapak yazısında da belirtildiği gibi Raphael'in annesi Caliane uyanmaktadır. Ancak asıl soru şudur? Aklını kaybederek yatmış olduğu bu uykudan uyanan başmelek  uyandığında kendinde mi olacak? Yoksa zır deli olarak mı kalkacaktır? Muazzam bir güce sahip olan bu başmelek eğer delirmiş halde kalkarsa ona Raphael bile engel olamayabilir.

Oğlu için herşeyi yapacak durumda olan Caliane önce Elena'ya ortadan kaldırmaya yeltenir. Çünkü o bir ölümlü kalbi taşımaktadır ve oğlunu zayıf kılmaktadır. Aslında Raphael'in onluları da aynı görüşü paylaşmaktadır. Ama Elena Raphael'in kalbiyse durumlar değişebilir mi? 

Bir de Çin başmeleği ise gücüne git gide güç katmakta ama kendinden daha güçlü birinin uyanmasını  kati surette istememektedir. Bunun için de iki de bir Raphael'i kışkırtarak annesini öldürmesi gerektiğini söylemektedir. Aslında Raphael annesini yok etmeye hazırdır. Elena bunu bir kez daha düşünmesini ister. 

Kitap gayet güzel ancak ilk iki kitaba göre içerik olarak biraz zayıf. Biraz fazla  sevişme sahnesine yer vermiş yazar. Bazen artık yine mi yeter artık oluyorsunuz okurken. En kötüsü de hiç bir konunun sonuçlandırılmaması. Bir sonraki kitaba kilitlenmek zorunda kalıyorsunuz. Seriye başladıysanız zaten okumadan olmaz. Ama seriyi hiç bilmeyen varsa lütfen ilk kitaptan itibaren okusun aksi halde tam algılayamaz ve hikayede bir çok detay havada kalır.

Herkese Keyifli Okumalar...

5 Eylül 2016 Pazartesi

ŞEYTANIN ELİ - JENNIFER McMAHON


Bugün sizlere "Şeytanın Eli" isimli kitaptan bahsedeceğim. Yine ofisteki boş günlerimden birinde okuduğum bir kitap. Önce çok istekli başlamadım açıkçası okumaya ancak kitap öyle güzel, öyle akıcı ve merak uyandırıcıydı ki bir solukta okudum diyebilirim. Ephesus yayınlarından çıkan kitabın yazarının okuduğum ilk kitabı. Kurgusal anlamda başarılı buldum. Bayağı karışık geldi ilk etapta okurken sürekli nasıl toparlayacak yazar bakalım duygusunu yaşadım.

Kitabımız değişik iki zamanda geçiyor. 1908 yılında ve günümüz şeklinde. Anlatıcılarımız da yine farklı 1908 yılında olanları (ve tabi günlüklerde yazanları) Sara ve Martin anlatıyor. Günümüz anlatıcıları ise Ruthie ve Katherine. O kadar güzel bir kurgu ile anlatılmış ki gerçekten türün seveni olarak mest oldum diyebilirim.

Şeytan Eli olarak tabir edilen bir kayalık var ve bu kayalığa yakın olan geniş arazi üzerinde bir ev. Uğursuz ve kötü olduğu iddia edilen bu kayalığa kimse yaklaşmak istememektedir. Evde yaşayan kişilerden biri de Sara karakteri.

Sara'yı doğururken annesi ölür. Annesinin ölümünü ona hissetirmeyen kişi teyzesidir. Teyze üzerine garip hayvan derilerinden giysiler giyen, tüyler takan garip büyüler vs. gibi işler ile meşgul olan biridir. Aynı zamanda babasıyla da ilişkileri vardır. Teyze dediği kadın ile esasında bir kan bağları yoktur. Ama Sara kendini bildi bileli teyzesi ona her şeyi öğreten ve hep yanında olan kişidir. Sara'nın günlük tutmak gibi bir huyu vardır. Üstelik bu günlükleri saklamak gelecek nesillere ulaştırma çabası içindedir.

Ruthie ise ergen bir genç kızdır. Kasabada bir süredir insanlar kaybolmakta ve bulunamamaktadır. Annesi de aniden ortadan kaybolunca beş yaşındaki küçük kardeşi ile başbaşa kalmıştır. İnsanlar iz bırakmadan öylece ortadan kaybolamazlar diye mantıklı bir şekilde düşünen Ruthie bazı ip uçlarına ulaşmıştır. Annesini bulmak için her parçayı birleştirerek sonuca ulaşmaya çalışan genç kız başarabilecek midir?

Katherine ölen kocasının son yolculuğunu yaptığı, son yemeğini yediği kasabaya taşınmıştır. İki yıl önce ölen çocuklarının ardından kocası Garry de son derece içine kapanık ve tuhaf davranmaya başlamıştır. Kocasının ölüm haberini aldığında garip bir kasabada, garip bir öğle yemeği yediğini kredi kartı ekstrelerinden öğrenir. Bu haberden sonra merakı iyice depreşir ve kasabaya taşınarak araştırmaya başlar. Ulaştığı bilgiler karşısında şaşkına dönmüştür.

Bütün bu insanların yolu bir gün bir şekilde kesişecektir. Hepsi birbiriyle bağlantılı ve herşey göründüğünden çok daha karmaşıktır. Yaşayan ölülere inanır mısınız?  Çok sevdiğiniz birinin hayata geri dönüşü için neleri feda edebilirsiniz? Hangi bedelleri ödemeye hazırsınız? Tüm bu sorulara yanıt aramaya başlıyor beyniniz bir noktadan sonra.

Tam bir fantastik gerilim diyebilirim. Gerçekten çok çok iyiydi. Okurken müthiş derecede keyif aldım ve bir solukta bitirdim. Herkese çok ciddi tavsiye ederim. Bazı paragraflarda kanınızın donduğunu hissedeceksiniz. Karı kocanın birbirinden nasıl da şüphelenebileceğini, insanların sevdiklerini geri getirmek uğruna nasıl şeylere katlanabilirler? Nasıl korkunç olaylara kalkışabilirler? Son derece beğendim ve tavsiye ederim arkadaşlar. Korku, gerilim, fantastik severlere için biçilmiş kaftan diyebilirim.

Herkese Keyifli Okumalar...

5 Ağustos 2016 Cuma

KOĞUŞ - ARNO STROBEL

Koğuş

Öylesine boş, hatta bomboş bir günümde ofiste otururken can sıkıntısından pdf halini okuduğum bir kitaptan söz etmek istiyorum sizlere. "Koğuş" psikolojik gerilim türüne bir örnek olabilecek bu kitap bence biraz da olsa polisiye kategorisinde de yer alabilir. Alman yazınını pek takip etmemekle birlikte belki kitabın adından belki kapağından etkilenerek okumaya karar verdim.

Öncelikle belirtmeliyim ki temposu oldukça yüksek ve kurgusu iyi tasarlanmış bir kitap. Son sayfaya kadar kimin dost, kimin düşman olduğunu anlayamıyorsunuz. Ters köşeler çok fazla var. Hatta ana karakterden bile şüpheleniyorsunuz bir noktadan sonra.

Sibylle gözlerini açtığında loş ve karanlık bir hastane odasındadır. En azından yatak ve hastanın bağlandığı monitörler falan olduğundan o burayı bir hastane odası sanmaktadır. Başına ne geldiğini hatırlamayan Sibylle'in tek endişesi oğlu Lukas'dır. Çünkü hatırladığı tek gerçek anı dövmeli bir kol tarafından çocuğunun sökülerek yanından alındığıdır. Hastane denilen yerde bir şeylerin ters gittiğini anlayan Sibylle kaçmaya kalkışır ve başarmasına izin verirler.

Üzerinde hastane önlüğü ile kaçan Sibylle bir şekilde evine gider ancak kocasına bir türlü kendisi olduğunu kanıtlayamaz. Yalnızca karısının bileceği birçok kişisel soruya Sibylle cevap verse de kocası bir türlü ikna olmaz. Karısını polise teslim eder. Evet yani yanlış okumadınız. Bildiğiniz polisi çağırır ve karısını teslim eder. Aynı zamanda en yakın arkadaşı Elke'de ona inanmaz. Kimi nasıl ikna edeceğini bilemeyen zavallı Sibylee ne yapacağını bilemez haldeyken Rosie karşısına çıkar. Bu kızıl saçlı çılgın yaşlı kız beklemediği kadar yardım edecektir kendisine.

Ama bir yandan da Rosie'nin de bu dönen dolaplarda parmağı olduğunu söyleyen bir genç vardır. Zavallı kız kardeşinin de başına buna benzer bir kaza geldiğini, uyandığında hiç de var olmayan bir çocuğu delice aradığını ve ona senin asla çocuğun olmadı denildiğinde de hakaretler ederek kaçtığını anlatmıştır ona genç adam. Zavallı kız kardeşinin başına gelenleri çözmek için birlikte hareket etmeleri gerektiğini söylüyordu. Söyledikleri doğru muydu? Bu genç adama ne kadar güvenmesi gerekiyordu? Yoksa iyilik meleği sandığı Rosie gerçek bir şeytan mıydı?

Uyandığından beri çılgınca herkese sorduğu ve hakkında endişelendiği  Lukas adındaki çocuk gerçekten var mıdır? Yoksa bu onun hayalinde uydurduğu yıllardır özlemini çektiği çocuk mudur? Kocasının söylediğine göre yıllardır tedavi gördükleri halde çocukları olmamıştır. İşin garip yanı en yakın arkadaşı  Elke de bunu doğrulamaktadır.

Delirmiş olabilir miydi? Yoksa kendi kocası niye onu tanımamazlıktan geliyordu? Resimlerdeki bu kadın da kimdi? Bir dizi estetik ameliyat mı geçirmesi gerekmişti?

Biraz karmaşık ve dikkatinizi vererek okunması gereken bir kitap denilebilir. Yine karşımızda korkunç tıp dünyası ve çılgın profesörler var. Bir bilim insanı tam olarak ne kadar ileri gidebilir? Bir insanın hayatı ile oynamak bu kadar kolay mı? Bazen bunların dünyanın bir yerlerinde gerçekten yaşanabiliyor olduğunu düşünmek bile çok ürkütücü geliyor bana gerçekten.

Kısacası son derece akıcı, akıllıca kurgulanmış güzel bir kitap. Türünün sevenlerine önerilebilir. Sevmeyen okurlar için belki sıkıcı olabilir. Akıl jimnastiği yapmak için birebir diyebilirim.

Herkese Keyifli Okumalar...


2 Ağustos 2016 Salı

SENDEN SONRA BEN - JOJO MOYES


İlk kitabı çok geç okumuş ve derin pişmanlık duymuştum hatırlarsanız. Aynı hataya düşmek istemedim ve serinin ikinci kitabı olan "Senden Sonra Ben" adlı kitabı hemen okuma listeme aldım ve okudum. Bu kadar mı hayal kırıklığı olur? İlk kitapta tamamen Will karakteri tüm büyüyü yaratan kişiymiş.

Bu kadar mı eksik olunur? Okumaya başlamadan önce Will gibi bir karakterin yokluğunun olumsuz etkileri olabileceğini az çok kestiriyordum ancak bu derece büyük boşluk yaratacağını ben de düşünemedim. En azından yerini biraz olsun doldurabilecek yeni karakterler olacaktır diye düşünmüştüm. Tüm düşüncelerim yarım kaldı arkadaşlar ne yazık ki. Şunu belirtmem gerekiyor ki Will'in sadece adının geçtiği birkaç satır bile kitabın kalan sayfalarındaki boşluğu gözümüze sokar nitelikteydi.

Efendim kızımız Louisa olanca vasatlığı ile (ama mecazi falan değil kız cidden vasatın bile altında) sadece kendine bir daire almış. Bunun dışında Will'in ondan istediği hani hayallerinin peşinde koşma, modacı olmak, dünyayı gezmek, yapmadığın bir çok şeyi yapmak falan hak getire  öyle bir şey yok. Kızımız hak etmediğini düşündüğü dairede eşya almak lüzumu bile duymaksızın bir misafir gibi eğreti oturuyor ve hava limanında bir cafede garson olarak çalışıyor. Evet evet yanlış okumadınız. Garsonluk yapıyor kariyeri adına tek yaptığı bu. Üstelik ondan tuvaletleri bile temizlemesini isteyen kıl bir müdürü var. Hani nerede Will'in senden istediği yaşamın yakınında bile değilsin. Nasıl oluyor bu iş?  diye kitap boyu çemkiresim geldi.

Kısacası şunu anladım bir insanda kapasite yoksa eğer para pul da hikaye. Yaşamayı bilmiyorsa insan kimse onun için bir şey yapamaz. Daha önceleri en azından eğlenceli bir giyim  tarzı vardı. Şimdi o da yok. Yas nedeni ile öyle renkli kıyafetler tercih etmiyor. Yani bu kız bu kadar ezik olmak zorunda değildi. Biraz başarı gösterebilir, en azından bir moda okuluna gidebilirdi. 

Esas oğlan tanımına en yakın karekter bu kitapta Sam. Sam bir ambulunas görevlisi. Önceden orduda çalışıyormuş. Tıbbi kimliğine dair çok veri yok. Louisa ile zor bir zamanda tanışmalarından sonra yolları farklı yerlerde de kesişiyor. Sevgili falan oluyorlar ancak tabi ki son derece sıradan bir ilişki. 

Kitabın okuruna bir sürprizi var. Bozmamak için söylemeyeceğim ancak bu sürprizden ben hoşlandım mı? Hayır hoşlanmadım. Lou'nun yerinde olsam da yine hoşlanmazdım. İyi kalplilik her zaman tek başına yeterli değildir. 

Will'in babası Bay Traynor yeni evlendiği eşiyle yeni bir çocuk sahibi olma hevesinde. Bu biraz rahatsız etti beni açıkçası. Anne ise tamamen inzivaya çekilmiş tabir-i caiz ise hayattan kopmuş vaziyetteydi. Bu sürpriz özellikle Camilla Traynor'un toparlanmasına yol açtığından onlar için olumlu diyebilirim.

Lou'nun o katı dindar at gözlükleri ile hayata bakan annesinde müthiş bir değişim var. Kitapta her nedense bu bayağı ön plana çıkarılarak işlenmiş. Kadın ciddi ciddi kurslara gidiyor, ev işlerini kocasının da paylaşmasını falan istiyor. Resmen isyan bayrağını çekiyor. Lou'dan fazla gelişim gösteriyor yani.

Nathan New York'da yine çok zengin bir ailenin yanında çalışıyor ve tüm kitap boyunca Lou ile mesajlaşıyorlar. İrtibatları hiç kopmuyor. Ve tüm kitap boyunca Lou karakterinin bu hiç bir şey yapamayışlığına ilaveten kitabın sonunda yine bir çeşit bakıcı veya aileye yardımcı olarak çalışmak üzere NewYork'a gidiyor ya. Yuh demek istedim. Sonunu söylediğim için beni affedin ama gerçekten isyan ettim yahu.

Will'in hatırasına hürmetin bu kadar mıydı? Onun isteklerine verdiğin önem bu mu? Will senden böyle sersefil serseri bir yaşam tarzı benimsemeni mi istemişti? Kariyerin için, kendin için yapabileceğin maksimum şey yeni bir ailenin yanına yardımcı olarak gitmek mi?

Okumayın demiyorum. İlk kitabı okuduysanız bunu da okuyun. Ama çok yüksek bir beklenti içinde olmayın. Zira sonunu öyle bir bağlamış ki yazar mutlaka üçüncüyü yazacak orası kesin. Ama ben okur muyum işte onu bilemiyorum.

Herkese Keyifli Okumalar...

25 Temmuz 2016 Pazartesi

SENDEN ÖNCE BEN - JOJO MOYES


Belki hayatımda ilk kez önce filmini izlediğim bir kitabı okuma eylemini gerçekleştirmiş bulunmaktayım. Açıkçası konusunu öğrendiğimden beri okumayı reddettiğim bir kitaptı. Aşırı derecede üzücü olacağını düşündüğüm bir hikaye gibi geldi bana.

Ancak filmin ilk fragmanını izlediğimde hoşuma gitti. Aslında düşündüğüm kadar da (gereksiz aşırı bir şekilde) dramatize etmeyen bir anlatımı olduğunu söylemeliyim. Filmi izlerken ilk yarısında ciddi ciddi eğlendim. Gerçekten bazı sahnelere katıla katıla güldüm. Belirli bir noktaya kadar son derece keyifliydi. Ama bir yerden sonra ciddi olarak duygusal kopuş yaşadım diyebilirim.

Biraz film yorumu gibi oluyorsa da mazur görünüz lütfen. Kitabı da okudum hemen akabinde tabi ki. Şöyle söylemeliyim gerçekten okurken gözümün önünden sahneler aktı. Mükemmel bir sinema versiyonu olmuş. Bakın bilin diye söylüyorum okuduğum bir çok kitabın sinema versiyonunu izledim. Tam olarak beyazperdeye aktarılamamış bir çok detay atlanmıştı. Bu defa birebir hatta daha iyi bir şekilde tam olarak duyguyu vermeyi başarmışlar. Herkese tavsiye ediyorum. Hem filmi izleyiniz hem de kitabı okuyunuz. İnanın düşünüldüğü gibi rahatsız edecek bir dram yok ortada.

Gelelim içeriğine Louisa küçük bir cafede çalışan kendi halinde çok tatlı ve saf bir kasaba kızıdır. Ailesi ile yaşamakta ve tüm aile olarak çok ciddi para sıkıntısı çekmektedirler. Bir gün Louisa'nın çalıştığı cafenin kapanması ile herşey başlar. İş ve İşçi bulma kurumu aracılığı ile hasta bakımı için başvuruda bulunur.

Will Traner ise hayatının önceki döneminde çok havalı bir yaşamı olan tam bir maceraperest ve playboy tarzı bir adamdır. Bildiğiniz sosyete ve adrenalin bağımlısı biridir. Ancak kaza sonrası omurilik zedelenmesine bağlı kötürüm kalır. Kötürüm derken boyundan aşağısı tutmuyor. Yoğun fizik tedavi sonrası elinde küçük bir hareket kabiliyeti geliştirmiş durumda. Gelen giden bakıcının haddi hesabı yok. Will herkesi bezdirip kaçırıyor. Ama annesi onu hayata bağlamak için yanında bir arkadaşı olması gerektiği konusunda kararlı ve piyango da Louisa'ya çıkıyor. Başlangıçta birbirlerinden nefret eden bu iki insan bir noktadan sonra tamamen farklı bir yola giriyorlar.

Daha fazla içerikten söz etmeyeceğim. Bu kadarını zaten her tarafta görebilirsiniz. Gelgelelim ilk kez konuyu duyduğum zaman Will'den nefret etmiştim. Onu çok bencil bulmuş böylesine güzel bir aşkı yakalamışken nasıl böyle zalimce davranabildiğini anlamamıştım. Tamam yani bir insan için çok zor bir durum tekerlekli sandalyeye bağlı olmak falan ama. Yanılmışım arkadaşlar. Böyle bir yargıda bulunmak benim haddim değilmiş. Hiç kimsenin de haddi değil bence. Sorun sadece kötürüm olması değil çünkü.

Sabah kalkarken tansiyon çıkarmak için ilaç, akşam yatarken tansiyon düşürücü ilaç almak zorunda. Kasları günden güne zayıflıyor ve vücut yaraları ile boğuşmak durumunda. Üstelik felç olmasına rağmen acıyı bir şekilde hissediyor. Bağışıklık sistemi çok zayıf olduğundan sürekli zatürre vs. olup hastanelik oluyor. Bir de ne olduğunu tam olarak anlayamadığım tüplerin değişiminden söz ediliyor sürekli. İnanılmaz zor bir hayat ve tamamen kendi kararı olmalı kişinin.

Bunlar işin fiziksel boyutu bir de psikolojik boyutu var ki daha da zor. Nasıl bir hayatı varmış bir düşünsenize. Ben böyle yaşamak için doğmadım diyor. Öyle hissediyor hiç kimse öyle yaşamak için doğmuş olamaz zaten. Aynı zamanda Louisa'nın hayatını da mahvetmek istemiyor. Kısacası üzerine çok düşündürüyor. Dolayısı ile ötenaziye bakış açım biraz değişmiş olabilir.

 Herkese Keyifli Okumalar...

21 Temmuz 2016 Perşembe

KANUN ADAMI - KRISTEN ASHLEY


Merhabalar, bugün size büyük beklentilerle, seveceğimi düşünerek başladığım bir kitaptan bahsedeceğim. Kitabımızın adı Kanun Adamı. Ben konusunu beğensem de kitabın kapağına aldanarak beni erotik bir romanın beklediğini düşünmüştüm. Kitap beni yanılttı ve bu yanılgı onu daha da çok sevmeme sebep oldu.

Kanun adamı yakışıklı, zeki, iyi kalpli, kahraman bir polis fantazisini ve öyle bir adama sahip olmanın gururunu sonuna kadar insana yaşatıyor. Ana karakterlerimiz Mara ve Mitch. Mitch görece olarak ayrıcalıklı ve korunaklı bir hayatta büyümüş, güzel bir işi olan, çok yakışıklı bir polis memuru. Maya'ysa hayatın en zor tarafından gelen ve geçmişte yaşadığı olaylar yüzünden aşağılık kompleksi hisseden genç ve güzel bir kadın.

Kitapta Mara kendini o kadar koruma altına almıştı ve Mitch'ten o kadar çok korkuyordu ki Mitch'in yerinde olsaydım en az bir kaç kez Mara'yı terk etmiştim. Bütün bunlara rağmen Mitch benim gibi yapmadı ve direndi. Hayal ürünü karaterlerin gerçekten de hayallerde yaşatılacak kadar mükemmel bir örneğiydi.

Kitabı sevmemdeki esas sebep öyle bir erkeğin varlığının her eve huzur getireceğini bilmemdi. Adam CEO değildi, egoist değildi, milyoner değildi, sapkın cinsel zevkleri yoktu.  Mitch gerçekten karşınıza çıkabileceğini umacağınız kadar normal ve asla karşınıza çıkacak kadar şanslı olamayacağınızı düşündürecek kadar mükemmeldi. Karaktere resmen aşık oldum.

Bütün karakterlerin psikolojisi çok iyi yansıtılmıştı. B&B adındaki kardeşler hikayenin ortasına düştüğünde ilk başta bundan hiç hoşlanmamıştım. Ama çiftimiz bu durumu o kadar iyi idare etti ve o çocuklarla öyle güzel bir aile oldular ki çocukları sevmeyen ben bile Billy ve Billie kardeşlere aşık oldum.

Ana karakterimiz polis olduğu için tahmin edilebileceği üzere olaya küçük miktarda suç ve polis meselesi de karıştı. Tabii bu çok ciddi meseleler değildi ve kitabın komik, sevimli seyrine zarar vermedi. Ben küçük bir çocuğa pembe ayılar alan iyi kalpli bir adam hakkında yazılmış bu hikayeyi çok beğendim. Maya'nın kitabın başından sonuna kadar geçirdiği psikolojik değişim de güzel bir ayrıntıydı. Bunu da Mitch olmadan asla başaramazdı.

Aşk romanı seven herkes için önerebileceğim güzel bir kitaptı. Son olarak kapağa bakıp da çok erotiktir diye vazgeçenlere seslenmek istiyorum. Erotik değil. Bir iki abartısız sevişme sahnesi dışında erotizm neredeyse yok. Duygusal okuyuculara ve erotik romanların CEO'larından gına getirenlere öneriyorum.

Herkese Keyifli Okumalar...

19 Temmuz 2016 Salı

SOKAK KEDİSİ BOB - JAMES BOWEN


Bugün sizlerle çok büyük beklentim olan ancak çok çok geç okuma fırsatı bulduğum bir kitaptan  söz etmek istiyorum. Daha önce köpeklerin dostluğunu anlatan "Can Dostum" adlı kitabı okumuş ve sizlerle paylaşmıştım. Bir köpeğin gözünden, onların kısa yaşamlarında insana bakış açılarını anlatan muhteşem bir kitaptı. Ancak bu kitapta ben aradığımı kesinlikle bulamadım. Belki büyük beklentiler içinde okumaya başladığım içindir bilemem. Ama şunu tekrar hatırlatmak istiyorum ki burada gerçekten okuduğum kitaplarla ilgili ne düşündüğümü ve hissettiğimi paylaşıyorum. Kimsenin hoşuna gitsin veya gitmesin diye tek bir cümle bile asla yazmam. Bunu neden hatırlattım? Çünkü aslında dünyada çok çok ses getiren "Sokak Kedisi Bob" cidden beklentilerimin çok altındaydı. Kedinin sokak kedisi olmasını anlayabiliyorum, sorun yok ama sahibinin de kediden aşağı kalır yanının olmayışı çok kötüydü.

Evet yukarıdaki cümleden de anlaşılacağı üzere yazar aynı zamanda kitabın anlatıcısı olan kişi James Bowen bildiğiniz bir sokakta yaşayan uyuşturucu müptelası. Gerçi Bob'u bulduğunda sosyal konutlarda (sanırım İngiltere'de devletin evsizleri yerleştirdiği bir bina grubu) küçük bir dairede yaşıyor ve sokak müziği yaparak geçimini sağlamaya çalışıyordu. Ancak kitabın belirli yerlerinde geri dönüşlerle yaşadıklarını anlatırken ağır bir buhran geçiren sorunlu bir genç ve ciddi bir uyuşturucu kullanıcısı olduğunu anlatan bölümler oldukça rahatsız ediciydi. Annesinin yaşadığından bile haberi olmadan çırpındığını belirttiği ve bundan rahatsızlık bile duymamasına hiç girmiyorum. Özellikle içinde hayvan sevgisi barındığı düşünülen böyle sevilesi bir kitapta bu tür anlatımlar beklemiyordum. Çocukların ve gençlerin okumalarını tavsiye etmeden önce çok ciddi düşünülmesi gerek bence.

Annesi ile yaşadığı Avustralya'dan kalkıp hiç görmediği babasını ziyaret bahanesi ile ,İngiltere'ye gelen James babası ile de anlaşamayınca evden ayrılır ve  sokaklara düşer. Annesine haber bile verme zahmetine girmeyen James kısa zamanda uyuşturucu  bağımlısı haline gelir. Bir şekilde kendini toplamaya çalışır ve sosyal konutlara yerleşerek sokak müziği yapmaya başladığı bir dönem Bob'u daire kapısı önünde yatarken bulur. Önceleri onu almak istemeyen James sonrasında onu alır ve kendince sever! Sokak müziği yaparken kedi sürekli yanındadır. Kedi sayesinde insanlar onu daha sempatik bulurlar ve  kazancı üçe beşe katlanır.

Sonra bir takım nedenler ile sokak müzisyenliğini bırakmak zorunda kalır ve Big Issau adında (evsizlerin rehabilitasyonuna katkı sağlayan bir çeşit sosyal sorumluluk projesi) dergiyi satmaya başlar. Yine kedi sayesinde sürekli haksız kazanç elde etmektedir. Çevresindeki bazı insanlar da buna tepki vermişlerdir ancak tabi ki anlatıcı kendisi olunca insan öyle bir anlatıyor ki, tüm o insanlar haksız zavallı James ve Bob'a haksızlık ediyorlar. Halbuki  kesinlikle öyle değil . Bence de tam olarak adam kediyi kullanıyor ve diğer satıcılara karşı haksız bir rekabet söz konusu.

Bu arada eroini bırakma sürecinde kullandığı farklı bir ilacı da bırakarak tam temizlenecektir. Zor bir süreçtir ve bu zor süreçte yanında olan sadece Bob'dur. Çok zor zamanları birlikte atlatırlar vs. Ayrıca sıkıcı da buldum. Yani hikaye gelişmiyor sürekli sokak isimleri ve hangi sokakta müzik yaptığı falan anlatılıyor. Yok yani cidden baydı.

Kitabın sonunda James annesini görmeye Avustralya'ya gidecektir. Tabi ki ben de bu kadar üzerine kitap yazacak kadar  büyük bir dostluk örneği olması sebebiyle (bu kadar James'in hayatını falan kurtarmış ya öyle anlatıyor) kedisini de  götürmesini bekledim doğal olarak. Hayır efendim kediyi sevgilisine bıraktı ve gitti. Evet işte bu kadar basit. Hayvanı bıraktı ve gitti.

Yani kısaca anlatmak gerekirse adam kediyi kullanarak kendi hayatını düzene soktu. Kedi sahibi ve hayvansever olarak bir çok sayfada rahatsızlık duydum. Hoşlanmadım bu karşılıksız bir sevgi değildi bence. Bob tüm tedavi masraflarını ve mama paralarını kendisi karşıladığı gibi adamın da bayağı para kazanmasına neden oldu.  Yayınlanalı çok oldu önemi var mı bilmem ama pek tavsiye etmiyorum.


13 Haziran 2016 Pazartesi

ÖLÜM LİSTESİ - LAURELL K. HAMILTON


Güzel bir Anita Blake kitabı ile yine karşınızdayım. Ölüm Listesi isimli kitabı sizlere biraz tanıtmak istiyorum. Aslında serinin fanları zaten çoktan okumuşlardır diye düşünüyorum. Ben biraz geç kaldım kitabı okuma konusunda. Ama Anita'yı tanıyan ve diğer kitapları okumuş bir kişi serinin son çıkan kitabını okumadan bırakır mı? Asla.. Kim takıntılı? Ben mi?

Bu kitapta beni en çok rahatlatan ve mutlu eden seks dozunun azaltılmış olmasıydı. Evet bundan önceki üç kitap inanılmaz derecede aşırı seks içeriyordu ve açıkçası bu durum beni çok da mutlu etmemişti. Bir noktadan sonra tadı kaçıyor ve bayıyor sürekli yatakta geçen uzun uzun sayfalar sıkıcı olabiliyor. Eski yani tanıdığımız Anita geri gelmiş gibiydi diyebilirim. En azından ben öyle hissettim. Kaçma, kovalama kısacası action her zaman yakışıyor Anita'ya.

Eyaletler arası bir cinayet soruşturması için resmi olarak Ajan Anita Blake göreve çağırılır efendim. Tabi ki özel ajan Ted Forrester ile birlikte. Yani nam-ı diğer Edward. Edward'ı fanlar hemen hatırlayacaklar ama bilmeyenler için söylüyorum. Buz gibi soğukkanlı kiralık katil, vampir avcısı kısacası duygusuz bir ölüm makinesi. Ancak Anita'nın anlaşılmaz bir şekilde dostu ve arkadaşı. Anita her ne kadar kendisini öldüreceğinden endişe etse bile Edward'a  sonuna kadar  güvenir.

Her ne kadar yasal bir cinayet soruşturması gibi görünse de işin perde arkası tamamen farklıdır. Karanlıkların Anası uyanmıştır ve Anita'nın bedenini ele geçirmek istemektedir. Şehirdeki kaplan adamların öldürülerek Anita evinden ve güç aldığı erkeklerinden çok uzağa sürüklenmiştir. Güçsüz ve zayıf olması bu şekilde sağlanmaya çalışılmıştır. Vampirlerin ölüm timi, son derece güçlü ve gizli bir topluluk olan Harlequin'ler Anita'nın peşindedir. Amaç canlı olarak teslim alınıp Marmi Noir'in bedeni kullanmasına olanak sağlamaktır. Tabi ki bu konuyu sadece Anita ve bizim grup bilmekte, ancak üniformalılara hiçbir şey söylenememektedir. Çünkü eğer bilirlerse Harlequin'ler gizlilikleri uğruna tüm şehri bile yok edebilirler.

Bu noktada Anita büyük bir tehlike altındadır. Yetmezmiş gibi evinden çok çok uzakta hem duygusal olarak hem de metafiziksel olarak bir zafiyet içindedir. Ardeur'ün beslenmesi sorununu saymıyorum bile. Neyse ki bu konuyu Ethan adında bir kaplan adam çözüyor. (Kısa bir an da olsa Edward'ın çözeceği fikri midemi düğümledi cidden)

Beni en çok ama en çok rahatsız eden ve eksikliğini duyduğum konuyu dile getiriyorum. Jean-Cloude yok. (Jean-Claude Anita'nın vampir sevgilisi ve St. Louise şehrinin vampir efendisi)  Evet arkadaşlar bu kitapta resmen Jean-Claude yok yahu.. Olacak iş mi? Bu ne demek biliyor musunuz? Kitap sıkıcı demek arkadaşlar. Bir tek bu nedenle bile bu kitap çok sıkıcı denilebilir. Lourell'in bazen ne yapmaya veya ne denemeye çalıştığını anlamakta güçlük çekiyorum. İlk kitaptan bu yana Anita'nın metafiziksel anlamda gelişmesi dahil her konuda, varlık gösteren ve son derece renkli bir karakter olan Jean-Cloude'u dışlamakla ne elde edeceğini düşünüyor? Kendini bu şekilde çok mu başarılı buluyor? Bilemedim. JC'nin sadece adının geçtiği sayfalarda bile yüreği hoplayan okura bu yapılan resmen zulumdür. Yazarı bu nedenle esefle kınıyorum.

İçerik olarak biraz zayıf olmuş sanki. Detaylara ve gereksiz diyaloglara o kadar takılınmış ki; Karanlıkların Annesi Marmie Noir'in ölümü sanki geçiştirilmiş gibi geldi bana. Bu kadar büyük bir kötünün ölümü daha zorlu ve daha uğraştırıcı olmalıydı. Yani kitabın başı ve ortaları sakız gibi uzatılırken sonu hızlıca toplanmış. Olaf'ın (seri katil ama kadınlara işkence ederek seks sırasında berbat bir şekilde öldürmekten zevk alan, sapık ve sadist bir seri  katil. Aynı zamanda Edward kadar iyi bir başka avcı)  başına gelenler son derece düşündürücü bence.

Serinin takipçilerine mutlaka okumalarını tavsiye ederim. Ancak seri ile yeni tanışacak kişilere bu kitaptan başlayabilirsiniz. Çok beğeneceksiniz deme lüksüm yok gibi sanki. Siz mutlaka "Suçlu Zevkler"den başlayın. Serinin ilk kitabı çok daha güzel olur. Ben şahsen tesadüf eseri "Mavi Ay"dan başlamıştım serinin dördüncü kitabıydı yanlış hatırlamıyorsam. Aşık olmuştum ve serinin diğer tüm kitaplarını satın almıştım.

                                                         Herkese Keyifli Okumalar...

Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...